Otelin lobisine vardığımızda hava sıcaktı. Ağustos’un son demlerindeydik. Bodrum sıcağı kapıdan girdiğimizde içerinin klimalı havasında eriyerek kayboldu. Resepsiyona gidip otele giriş yapmak istediğimizi söylediğimizde odamızın temizlenmekte olduğunu söylediler. On dakika kadar bekleyecektik.
Böylece birden salonun diğer ucundaki duvarda asılı duran tablo gözüme çarptı. Parlak bir şeyler vardı üzerinde, güneş gözlüğümü çıkardım. Bavulları eşime bırakıp hızla salonun karşısına yürüdüm. Tek kelimeyle nutkum tutuldu. Bu bir tablo değildi. Ya da tabloysa bu bildiğim bir sanat değildi.
“Tanrım ne şanslıyım!, tatilde bile olağanüstü bir sanatsal keşif yaptım” dedim kendi kendime. Üç piranha balığı, en ürkütücü savaş konumlarında dalgaların arasından fırlamış, tepelerinde minik figürler halinde 3 Romalı / mitolojik deniz askeri vardı. Taban muhteşem bir fırtına havasının uzaktan çarpan hırçın rüzgarlarını ve rüzgarın önünde koşuşan bulutları anlatıyordu. Büyülendim. Omuzumda eşimin elini hissettiğimde dakikalardır seyrediyordum. Mutlaka yabancı bir ressamdı yapan. Öyle ya böyle bir sanatı Türkiye?den birinin yapmasına imkan yoktu. Olsaydı zaten duyardım. “Çok güzel değil mi?” dedim eşime. “Evet” diyerek onayladı. Ancak çok yorgunduk. Böylece odamıza çıktık. Yemek, hızla havuzda serinlemek derken aklıma sanatçı geldi. Bari internetten bakayım dedim. Internetleri bozuktu. Onardım hemen, bilgisayarcı olmanın güzel yanları
CELKAN (Ben İngilizce telaffuzla okuyordum) Web’de bir iki yer dışında bulamadım. Sonra otelin başka yerlerinde aynı sanatçının eserlerini gördüm. Ertesi gün sır perdesi aydınlanacaktı.
Sakalları kırlaşmış, güleç yüzlü bir beyefendi tablolarını anlatıyordu. Üstelik Türk’tü. Bir kaç dakika kulak misafir oldum. ” Evet hanımefendi bu gördüğünüz Kızılderili kabilesi. Yok hayır boya kullanmıyoruz. Tamamı deniz ürünleri.”
“Tamamı deniz ürünleri”. Şaşkınlıkla baktım. Nasıl olabilir? Şu karşıdaki vazodaki çiçek bir ahtopottu. Kızılderili kabilesi bir çok balıktan oluşmuştu.
Böylece daha fazla sabredemeyip beyefendiye yaklaştım. Adı Nedim CELKAN’dı. Güzel bir Türkçe ve samimi diliyle anlatmaya başladı. Daha ilk cümleleri dökülürken ne muazzam bir hazineyle karşılaştığımı anladım.
Nedim Celkan 1945 doğumlu bir İstanbul beyefendisi. Gençlik yıllarında sevdalısı olduğu denizde 13 yaşından beri tüpsüz evet “tüpsüz” derin dalgıçlık yapıyor. Marmara ve Bodrum?da yıllarca dalış yapıyor. Sanatçı kişiliği daha çocukluğundan onunla geliyor. Önce sinema afiş ressamlığı ardından Kara Muratlarla başlayan Türk çizgi romancılığından çok önceleri gazetelerde çizgi-roman ressamlığı. Sanırım sanatındaki eşsiz perfpektifler ve kompozisyonların gücü o yılların emeğinden geliyor.
Sanatçı, yağlıboya eserlerinde belli bir olgunluğa ve kendine özgü tarza ulaşınca deniz canlılarını kompozisyonlarında kullanmaya başlıyor. Bir balığın dış derisi tabanları oluştururken kuyruk kısmı deniz kızlarında kuyrukları oluşturuyor.
“Ağırlıklı olarak balık derisi, pavurya (yengeç), midye istiridye deniz bitkileri deniz atı, balık kemiği ve balık yüzgecini malzeme olarak kullanıyor.”
Günlerce sora sora edinebildiğim eşsiz sanatsal sırlarının tamamını elbette yazamayacağım. Beni mazur görün. Bu sanatçıyla yapacağınız derin paylaşımla edinilmesi gereken bir bilgi.
Ancak genel olarak işin nasıl yapıldığını şöyle anlatıyor Nedim CELKAN,
“Bu çalışma üç aşamadan oluşuyor: Önce kullanılacak materyallerin toplanması, ikinci işlem bunların bozulmadan korunması ve kurutulması. Bunlar benim kendi sırlarım. En son aşama ise bunlara kompozisyona uygun şekil verilmesi ve cilalanmasıdır.”
İlk denemesini evindeki kendi balık koleksiyonundan yapıyor. İğne balığı kullanırken kurutulmuş balık derilerinin kırılma özelliğini farkediyor. 350 civarında tablo ve büstle her biri ikinci bir örneği olmayan çalışmalarıyla ülkemizin az bilinen sanat harikalarını yaratıyor.
Aşağıda kendisiyle yaptığım röportaj daha detaylı bilgi verecektir. Sizlerden bu sayfadan bahsederek, varsa web site ve bloglarınızda link vererek bahsetmenizi rica ediyorum. Dünyada eşsiz olan bu sanatı bir çok gazete çeşitli yıllarda yazdı ancak bunu şimdiki web dünyasında duyurmak ve sahip çıkmak bu topraklarda yaşayan her sanatseverin bir gönül borcudur.
RÖPORTAJ : Süleyman SÖNMEZ
Tarih: 14 Ağustos 2006
Sönmez: Merak ettiğim şeylerden ilki, eserlerde klasik boya kullanmıyorsunuz. Bu gözle baktığımızda eserlerinizi nasıl sınıflandırmalıyız? Klasik resim mi, heykel mi daha yakın?
Celkan: Hem resme giriyor, hem heykele giriyor. Ben de buna isim babalığını bulamadım. Birini tanıdım ne diyelim buna dedim “Su ürünlerinden sanatsal yapıtlar dersin” dedi. Öyle kaldı.
Sönmez:Akademik olarak sınıflandırılmasını isterseniz hangi başlığı tercih edersiniz? Heykel, rölyef gibi.
Celkan: Rölyef. En yakın rölyef. Tam heykel değil.
S: Kompozisyonlarınızı önce hayalinizde canladırıp sonra ona uygun malzeme mi buluyorsunuz? Yoksa tam tersi mi?
C: Yok, denize girdiğim zaman resim yapmaya başlıyorum. Yani malzemelerimi ona göre topluyorum. Ve yahutta bazende malzemelerime göre çalışmalarım oluyor.
S:Yani malzemeyi gördüğünüz zaman gözünüzün önüne bir çiçek mi geliyor? Bir savaş sahnesi ya da kayada oturan deniz kızları gibi? Balığı görür görmez mi tanıyorsunuz?
C: Tanıyorum da. Mesela balık kızlar yapıyorum. Balık kızlar yapmam için de ne lazım. Kayaların ham sünger olması lazım. Ne yapıyorum? Varsa elimde hemen alıyorum bunları, kayalardan başlıyorum. Bazen malzemeye göre çalışıyorum, bazen malzemeleri resme göre toplayıp öyle çalışıyorum.
S: Peki, insan düşünüyor, bu belki de daha önce hiç kimsenin aklına gelmedi. Nasıl oldu da birden bire balıkların martı kanadına dönüşebileceğini, deniz ürünlerinin canlı cansızların böyle sanata dönüşebileceğini düşündünüz? Arada başka organik malzemeler de denediniz mi?
C: Yok denemedim. Çünkü ben 13 yaşından beri dalıyorum. Denizi tanıyorum. Deniz aşığıyım. Bir de sinema afiş ressamlığım var. Televizyon çıkınca bahçe sinemaları kapandı. Kapanınca ben çizgiromancılığa başladım bir kaç gazetede. Kostüm bilgim var deniz kültürü var bir de bu balıklardan kabuklardan ufak da olsa bir koleksiyonum vardı. Herkes yapıyordu. Yurtdışında, yurtiçinde. ressamlığıma güvenerekten “Niye? dedim Duvarda olmasın?” Ve o koleksiyonumuz olsun çalışmaya başladık.
S: Figürlerdeki yüzleri çizmiyor musunuz, Neden?
C: Bunu karşı tarafa bırakıyorum. Karşı görüşe bırakıyorum. Kimisi esmer görür, kimisi sarışın görür veyahutta, kimisi çatık kaşlı, kimisi güleryüzlü, onu karşı tarafın tahayyülüne bırakıyorum.
S: Çok güzel, Evet, Genelde eserlerde güçlü bir mitoloji görülüyor. Sizce bir zamanlar Sirenler, deniz kızları, Piranha savaşçıları, gerçekten yaşadı mı var mı ?
C: Ben onlara pek inanmıyorum, ama onun hayaliyle yaşıyorum. Çünkü denizin altı gizemli, çok gizemli. Mitoloji de çok yakın uygun olduğu için ben şimdi şu bu tarz çalışıyorum
S: Mitoloji okuyor musunuz?
C: Mitoloji ancak deniz kızları denildiği zaman mitolojiye bakarım. Zaman zaman mitoloji kitapları bakarım.
S: İnsanların verdikleri tepkiler nasıl? Yani sokaktan geçen vatandaş ve kalburüstü diyebileceğimiz kültürel çevreler duygusal anlamda nasıl tepkiler veriyorlar?
C: Efendim, çok beğeni var. Bol satan, sevilen bir şey, çok ilgi var. Fakat bazen tepkiler geliyor bu beni üzüyor. Örneğin ben ahtapot tablo yapıyorum. Bir sergimde İstanbul’da 2-3 bayandan oluşma bir grup geldi. Dedi ki “Niye bu ahtopotları tabloya koymuşsunuz? Kim veriyor bu hakkı size?” Ben de dedim ki bu ahtapotu ben üç sene de bir iki tablo yaparım. Ama Bodrum Marmaris’te yazlık yerlerde Antalya’ya gidin orada binlercesine yakın bulursun. Önce onları durdurun. Ahtapotlarda balık pazarında İstanbul’da satıyorlar. Önce onları durdurun ben yapmasan da olur. Ama böyle diyenler çok nadir.
S: Bakış açısından bahsederken sanatçılar, başka sanatçılar özellikle ressamlar çalışmalar ne gözle bakıyorlar? Kendileri için bir rakip olarak mı görüyorlar? Yoksa girilmemiş bir alana girdiğiniz için sizi takdir mi ediyorlar?
C: Takdir ediyorlar. Şimdiye kadar tenkide uğramadım. Çünkü böyle bir sanatı yapan olmadığı için, aslında yağlıboya, suluboya yapıyordum bıraktım. Niye bıraktım? Bir berber bir berberi beğenmez, bir ressam bir ressamı beğenmiyor. Geliyorlar resme bakıp; şurasını şöyle biraz daha koyu yapsaydın, ya da şurasını şöyle … Benim asabımı bozuyor ( Gülüyoruz hep birlikte….) ve o asap bozukluğu ile öyle bir sanat yapayım dedim ki; kimse karışmasın. Şimdiye kadar belki bir siz sordunuz ya da iki ya da üç kişiyi geçmez, “Kaşı gözü nerede?” diye
S: Yoo, zaten ben eksik anlamında değil, bir amacınız olduğunu hissettim. Onu size söyletmek istedim. Gerçekten merak ettiğim için sordum .
C: Üç sene hafta içi Bodrum?da sergiler açtım. Günde ikibin beş yüz kişi ziyaret etti. Bu büyük bir rekordur.
S: Gerçekten öyle.
C: Bu kadar kişi geldi ve bir kişi söylemedi “Bunun kaşı gözü” Nedense kaşı gözü yapamıyorum. Ama dediğim gibi tenkit olarak…
S: Aslında ben bunu tenkit olarak görmüyorum, asıl öyle olması gerektiğini düşünüyorum.
C: Siz de öyle mi düşünüyorsunuz?
S: Evet, öyle düşüyorum. Kaşın gözün olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ruh orada çünkü. Biz onu zihnimizde dolduruyoruz. Hani edebiyatta vardır ya, “Çok güzel bir bayandı” derler. Herkes kendi güzel bayanını düşünür. Sanat odur işte. (Gülüyoruz)
C: Mesela masal anlatır, radyoda eskiden bizim çocukluğumuzda masallar söylenirdi. Biz tahayyül ederdik. Mesela bir kadın, yaşlı bir cadı biz onu hayalimizde şekil şekil yapardık. Cadı dediğin burnu uzun, külahlı mülahlı süpürgeli falan.
İlke olarak sanatçı arkadaşlar çok olumlu bakıyorlar. Ben Akademi mezunu değilim (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’ni kasdediyor Nedim bey burada)
S: Akademi ile görüştünüz mü bu konuda?
C: Şimdi şöyle efendim, ben istediğim yerde sergiler açamıyorum. Niye açamıyorum çünkü akademi mezunu değilim. Mesela bir Fransa’ya İtalya’ya gittiğimde bana hangi hocadan ders aldığımı soruyorlar. Almadığım için beni böyle itiyorlar (Eliyle gösteriyor). Ama sergi açtığım zaman Beyoğlu olsun Şişli olsun, talabeler yapmış olduğum bir heykeli saatlerce çiziyorlar.
S: Hocalığı düşündünüz mü? Özel bir yer olabilir mi?
C: Teklif geldi, fakat, şimdi beni hem kabul etmiyorsunuz akademili olmadığım için, hem benden ders istiyorsunuz. Bu yüzden ders vermek istemiyorum. Ama dinimizde şu var. Öğrendiğin güzel şeyleri öğretmek.
S: Öğrenci yetiştiriyor musunuz bir sonraki soruydu?
C: Tabii ki çok arzu ediyorum.
S: Bu sizin bulduğunuz güzel bir şey, biz bizden öncekilerden aldıklarımızla bir yerlere geldik
C: Bu bir adım, bir kıvılcım, istiyorum ki tabii ki talebelerim olsun. Her şeyi ben düşünemem. Talebem benim aklıma gelmeyeni yapar, ben de onu görürüm bu belki daha büyür daha güzelleşir.
S: Şimdi biraz esprili bir soru var. Eserler yemek sonrasında mı oluşuyor? Yoksa, eserler için çıkıp çarşıda geziyor musunuz? Mesela yemekten sonra oluşan eser var mı?
C: Şimdi yine bu esprisi bu işin ama, tabii balıkları eve getirip mutfakta kendim ayıklıyorum, kemiğini çıkarıyorum ve hah diyorum mesela şöyle büyük bir balık vurduğum zaman. Kefal, tamam, bu güzel bir Viking Yelkenlisi olur diyorum. Ya da (tabloları gösteriyor) orada balık kızların yanındaki mercan gemisidir, hemen aklıma geliyor. Balığı ayıklarken bu bunundur diyorum
S: Evet çok güzel.
S: İşlenmesi en kolay ve en zor balık hangisi size göre, bu eserleri yaparken?
C:En zor olanı yumuşak derili, pulsuz olan balıklar. Derilerinden dolayı. Çünkü pullar daha kullanışa elverişli oluyor.
S: Bazı sanatçılar telefon şu bu rahatsız olmamak için gece çalışırlar, konsantre olurlar. Bazıları ise gündüz çalışır. Zamanla yoğururlar. sizde böyle bir tercih var mı?
C: E, tabii sakinlik istiyorum ben. Yalova Çınarcık atölyem. Çalışmam biraz zahmetli kışın sitede kimsede olmuyor. Daha rahat çalışıyorum daha sakin çalışıyorum.
S: Romalı subay, fotoğraflarını gördüm kendisini görmedim. bunun gibi rölyef değil de heykel olan büyük eserleriniz var mı?
C: Burada görmüş olduklarından daha kuvvetlisi atölyemde. Mesela 1,92 boyundaki Jül Sezar?dı. Kılıcı vardı 2,5 metreye yaklaştı. Büyük otele zor götürdüm sonra kolunu kestim. Sandıkta yolculukta zor oluyor. Kolunu kesince “Kolunu kaybetmiş sıradan bir Romalı Subay oldu” (Gülüyoruz) Sonra dediler ki bu kolu yerine yeniden tak.
S: Aslında o da orijinal bir olay savaşta kolunu kaybetmiş bir savaşçı. Ama bizim Türk filmlerinde bile film bittiği zaman en sonunda “Yeniden görüyorum” derler. (Gülüyoruz)
S: Bir de şu var koleksiyonerler topluyorlar sanat eserlerini, mesela PTT nin anma pulları serileri var. Bu tür koleksiyonerler için seriler düşünür müsünüz? Yani bir konsept, genel bir konsept olarak baktığınız zaman deniz konsepti, alt başlık olarak başka seriler?
C: İsterim tabii ki.
S: Bir eser ortalama ne kadar zamanınızı alıyor?
C: Romalı Subay 2 senede bitti. Ama nasıl bitti? Malzeme kapladım, az geldiği için diğer seneye sarktı. Ama diğer büyük tablolarda mesela Siu Kabilesi 3 ay sürdü. Normalde 2 – 2,5 ay sürüyor bir tablo.
S: Bütün bir gün aynı tabloyla mı çalışıyor sunuz?
C: Yok, devamlı çalışmıyorum. Bunların kuruma durumları var. Deriler tabaklanıyor, formaldahite giriyor bekliyor. Sertleştiriciler var yumuşatıcılar var. Yani bir süreçten geçtikten sonra çalışılıyor.
S: Çizgi roman çizmiş olduğunuzdan bahsetmiştik. Bunun sanatınıza etkisi nedir?
C: Anatomi ve kostüm bilgisi.
S: Gökte uçan kanatlılar, martılar ve diğeri bir balığın kuyruğu gibi, mesela ağaçlar genelde belli bir şeyden yapılmış gibi (Nedim Bey yıldızlar diyerek ekliyor) Evet, bunlara nasıl karar veriyorsunuz? Belli bir süre sonra bundan bu yapılır şundan şu yapılır gibi mi oluyor yoksa…?
C: Yağlı boya gibi çalışıyorum. Diyelim ki bir ufuk yaptım. Kayalar olduğu zaman, ne lazım diyorum, ağaçlar. Malzemem varsa hemen oraya bir palmiye koyuyorum. Onu da deniz yıldızlarından yapıyorum.
S: Pekiyi bunu ilk nasıl düşündünüz? Hayal gücünüzde bir an da mı oluştu?
C: Şimdi efendim, bu hayal gücünden oluyor birde, deniz yıldızlarından kolye yapıyorum ortadan ikiye kesince bakıyorum gözenekler var. Çok değişik bundan palmiye yapıyorum.
S: Kişisel olarak “Siu Kabilesi” adlı tablonun öyküsünü çok merak ediyorum. Onun öyküsü nedir?
C: Yerlilerle ilgili, onların ata binişleri, yaşayışlarının bazıları bizim Türklere benzediği için, onlara karşı biraz yakınlık hissediyorum. Bir de kostümleri mesela başlıkları, balıkların kuyruklarını kanatlarını daha iyi gösterdiği için…
S: Bir resme bakıp mı çalıştınız? Giydikleri kostümler hakkında nasıl bilgi aldınız?
C: 1970?lı yıllarda çizgiroman yaptığım için, o zamanlar kostüm bilgisine çok dikkat ederdim ve fazla Tommiks, Teksas okurdum (Gülüyoruz)
S: Aynısı benim küçülüğüm için de geçerli.
C: O Tommiks, Teksaslarda Apaçiler, Siular olurdu. Onları okurken kostümlerine de bakardım. Oradan da esinlendim.
S: Çıkardığınız çizgiromanın ismi neydi?
C: 1969, 70 lerde, Son Havadis, Milli Gazete, Yeni Asya. Son Havadis’te 1,5 sene çizdikten sonra bir ara matbaa ressamlığına başladım. Ama ondan önce yaptığım sinema afiş ressamlığı. Eski sinemalarda büyük fenerler olurdu. Onları yapardık.
S: Çizgi romanınızın adı neydi?
C: Emir Murat, Kara Murat’tan önce çıkmıştı. Osmanlı Akıncısıydı. Kara Murat daha güçlü bir gazetede çıktı. Günaydın’da çıktı. Benimkisi tirajı daha az bir gazetedeydi.
S: Denize tüpsüz dalabildiğinizi konuştuk eşinizle…Bu bayağı..
C: Tüp bayağı masraflı oluyordu. Onun için (Gülüyoruz) Bu tabii nefes işi. Nefesim çok güçlü. Ama artık denize girmiyorum, tansiyon durumları oldu. Bir de korkum oldu, “Su ürünleri denizde kaldı” demesinler. Deniz sanatçısı denizde kaldı demesinler. (Gülüyoruz)
S: Kötü bir manşet olurdu. Allah uzun ömür versin size.
S: Tüpsüz dalarken bayağı derine dalmak gerekmiyor mu? Bazı unsurları diplerden çıkarmanız gerekmiyor mu?
C: Bundan 20 sene evvel, nefesim güçlüydü, yaşımız da oldu 61. Derine dalacağız tabii fakat Marmara?da 25- 30 metreye inerdim. Burada basınç fazla olduğu için miktar yarı yarıya iniyor. Zaten fazla derine gitmeye lüzum yok. Kıyılarda malzeme buluyorum. Daha doğrusu şöyle mesela bu, sevdiğim gittiğim yerler Datça’dadır. Benim bir de balık mezarlığım vardır. Balıkçılar balığa çıkar. Beyi kalkar kahve, çay içerken eşi balıkları ayıklar böyle. Bir keresinde gittim elinde değişik bir balık gördüm. “Bunu bana verir misiniz?” dedim “Ne yapacaksınız?” dedi. “Ben ressamım kullanacağım” deyince benden çok büyük para istedi. Geçtim karşılarına bakıyorum. Kadın boyuna benim beğendiğim balığı atıyor denize. Sonra dibe iniyor. Benim malzemelerim denize atılıyor. Ertesi gün orada daldım. Bir baktım ki, “balık mezarlığı”. Bu benim tabirim. (Gülüyoruz)
Allah! Oradan neler çıkıyor, neler çıkmıyor…
S: Harita bırakacak mısınız onunla ilgili? Arayanlar için böyle harita verilir ya.
C: Bir balıkçı değil on onbeş balıkçı aynı yere atıyor.
S: Pekiyi onlar bozulmuyor mu o ortamda?
C: Bozuluyor ancak ben onları takip ediyorum. Bir iki gün içerisinde dalıp çıkarıyordum. Bu tablolarının yarısından azı diyelim oradan balık mezarlığından temin ediyordum. Bir de denizde balık mezarlıkları var. Deniz kestanesi veya denizin artıkları, lodosta olsun onlar bir yere yığıntı yapar. Deniz kestanesi renkli, renksiz irili ufaklı ararım bulamam. Ama bir yerde bulduğum zaman orduyu bulmuşum demektir. Kuytu bir yere toplanmışlardır. Seçer seçer alırsınız. Bazısı elinizde dağılır. Çok kalmıştır. Bir ay kalmıştır. Tuz onu eritmiştir. Arkadaşlarımada getiririm.
S: Hani derler ya Coca Cola’nın formülü gizlidir. Sırrını kimse bilmez. Yöneticileri bile formülün parçalarını bilir. Aynı uçağa binmez. Uçak düşerse Coca Cola dünyadan silinmesin diye. Konuşmalarımızdan yola çıkarak söylüyorum, özel işlemlerden geçiriyoruz derileri. Bundan anladığım kadarıyla bir formülasyonu bir metodolojisi var. Bunu da herhalde öğrenci yetiştirdiğinizde daha sonra devretmeyi düşünüyorsunuz. Eski ahiler gibi elden devretmek bunun sorumluluğunu alacak kişiye vermek istiyorsunuz değil mi?
C: İnşallah,
S: Bize söyleyebileceğiniz bu eserlerin nasıl yapıldığı ile ilgili, herhalde insanların en çok merak ettiği kısım… İşin sırlarına girmeden genel olarak baktığınız zaman.
C: Önce resim bilgisi olacak. Sonra deniz kültürü olacak. Allah bana bu lütfu vermiş, hem deniz hem resim. İkisi birden olursa benden daha iyisi olabilir. Deriler tabaklanıyor. Formaldehitle bozulması önleniyor. Bunun yanında özel koku gidericiler var. Özel yapıştırıcılar var. Sertleştiriciler var. Bir kaç şey daha var. Ama.. (Gülüyoruz)
S: Bazı yerlerde metal kullanıyorsunuz. Deniz ürünleri dışında bir şey kullanmayı çok sevmediğinizi ifade etmiştiniz.
C: Çok sevmiyorum evet. Bazılarında mecbur oluyorum. Mesela Mısırlı’da kullandım. Çünkü o tarihlarda Mısır’da çok miktarda altın kullanılmış. O ifadeyi vermek için onları koydum. Balık kızlardaysa (tabloyu işaret ediyor) Mitoloji öyle söylüyor. Diyor ki, deniz kızları parlak, ayna tutarlarmış gemicilere gemi parçalansın diye. Ben de onun için ekledim.
S: Hatta şarkılar söylerlermiş. Gemi dümencisi kulakları tıkanıp bağlanırmış ki oraya gitmesin diye. Sirenlerin kokrunç etkileri varmış.
C: Ben pek inamıyorum ama o hayallerle tablolar çıkıyor ortaya.
S: Bence bu eskiden liman liman gezen evli gemicilere korku salmak için eşlerinin “Aman bayanlara dikkat” diye… (kahkahalarla gülüyoruz) herhalde kulaklarına küpe olsun diye verilmiş bir öğüt.
S: Gerçekten tablolarınız çok güzel.
C: Bunların bir kısmı satıldı. Tabii bunların taşıması sergilenmesi oldukça masraflı.
S: Belki özel bir yer, kurs açarsanız hem sergilenmesi hem tanıtılması daha kolay olur.
Nedim Bey teşekkür ediyoruz. Sanatınız ve emekleriniz için teşekkür ediyoruz.
Nedim CELKAN Bey’le resmi iletişim için : 0542 816 26 19
Webmentions
[…] tablolar. Şaşkınlıkla bakakaldım ve hemen bir röportaj yaptım. O dönem ilk web sitelerimden Mihrace.net’de yayına girdi. Geçen zaman içinde dile kolay 95 sergi düzenlemişler. Şu an 2020 yılında bu yazıyı […]
[…] Yayınlanan Makalem Nedim Celkan | Denizden Gelen Sanat https://www.mihrace.net/nedimcelkan/ […]
[…] https://www.mihrace.net/nedimcelkan […]